31 Ekim 2008 Cuma

Blog'a Da Film Çekilir


Esasen şu an neden bahsedeceğim hakkında pek bir fikre sahip değilim sevgili blog. Kafamdan bir şeyler uydurmak suretiyle, sana bir şeyler karalamaya çalışacağım. Biliyor musun bazen kendi kendime konuluyormuşum gibi geliyor. Zamanla aşacağız bunları. İlişkimiz seviyeli bir düzeye ulaşacak, geçinip gideceğiz. Ama.. ama ya sana bir şey olursa? Dayanamam buna blog, anlıyor musun, dayanamam! Düşünmesi bile acı veriyor.. *aklında görüntüler canlanır*

Bilmem kaç yıl sonra…

Kahramanımız bir hastanededir. İleride hızla yürüyen bir doktorun arkasından Türkan Şoray misali koşmaktadır. Doktor nedense! ağlamaklı bağırışlarını duymamaktadır. Kahramanımız bir hışım doktoru çevirir.
“O nasıl doktor? Lütfen iyi olduğunu söyleyin! Lütfen!” diye bağırır, aynı zamanda doktora iyi-olduğunu-söylemezsen-seni-öldürürüm bakışı atmaktadır. Doktor büyük bir zeka parıltısıyla! bahsedilen şahsın kim olduğunu hemen anlar ve yüzü Küçük Emrah ifadesini alır. Kahramanımız hala durumu çakmamıştır.
“Üzgünüm, blogunuza yorum bulunamadı. Yorum eksikliğinden ölmesi an meselesi,” der doktor. Kahramanımız hıçkırıklarla ağlamaya başlar ve kamera ona yakınlaşır. Soğan doğrarken kızarttığı gözlerinde, belirgin bir acı vardır. Kamera uzaklaştığında ise doktor birden kayboluvermiştir. (Anlatıcı notu: Vay ahlaksız! İnsan bir teselli eder!) Kahramanımız hızla koşarak bir odaya dalar. O da ne?! Bu oda bahsi geçen blogun kaldığı odadır! Yoğun bakımda olmasına rağmen, kahramanımızı hiçbir hemşire engellemez. Kahramanımız elini cama yaslayarak ağlamaya başlar, bir yandan da kendi kendine konuşur. Birden… birden blog gözlerini açar!
“Hemşire! Hemşire! Uyandı! Allah’ım şükürler olsun uyandı!” O zamana kadar ortalarda görünmeyen hemşire, bir saniye içinde odaya dalar. Kahramanımız sevinçle fısıldar:
“Uyanacağını biliyordum… Blogummm benimmm…” Ve olaylar gelişir.


Sevgili blog, bu olaylar gelişir ne kadar möhterem bir laftır ya. Her manada kullanabilirsin keratayı.

“Yeter artık daha fazla anlatmıcam lan!”
“Gerisini de sen tahmin et adamım.”
“Aklıma bişey gelmiyo, çaktırma.”
“Bu kadarı yeter sana.”
“Sen zekisin gerisini anlarsın.”
“Yazmaya gerek duymuyorum.”
“Acil işim çıktı uuraşasım yok.”

(…)

Möhterem olduğu kadar gıcıktır da.

Xgül bir gün okula gider.. Sevdiği çocuğu arıyordur yine gözleri, onun masmavi derinliklerinde kaybolmak istercesine.. Ama maalesef o, çocuğun umurunda bile değildir. Ama bir gün.. olaylar gelişir.

İşte böyle en heyecanlı anda olayları geliştirdiğimizde, okuyucu çok fena sinirlenir sevgili blog. Ama olsun, seviyoruz biz “Olaylar Gelişir” kardeşimizi. Ne de olsa oda Türkçe’mizin bir parçası. Ben en iyisi daha fazla uzatmayayım, başka yazılarda görüşmek dileğiyle sevgili blog.

Nerede O Eski Kalemler...




Merhabalar, bu işe el atmayan bir ben kalmışım diye düşünerekten bu yola baş koymuş bulunmaktayım. Beni yanlız bırakmayacağınızı biliyor(en azından umuyor)um.
Burada nelerden bahsedeceğim hakkında en ufak bir fikrim bile olmasa da, elimden geldiğince sizi sıkmadan güncel veya kişisel meselelerden bahsetmeye çalışacağım. Beğendim bir yazı vs. olursa da eklerim buraya, hep beraber geçinip gideriz, ne de olsa hepiimiiiizzz gardeşşiiizz.
Resme mürekkepli kalem falan koyduğuma bakmayın, kalemle falan yazmıyorum yani. Kalem mi kalmış bu devirde canım? Aaa.. Ben ilkokuldayken, Türkçe dersinin bir dersini hoca(örtmen) el yazısı öğretmeye ayırırdı. (Zamane çocukları artık el yazısıyla yazıyor o ayrı.) Ben pek sevmezdim bu dersi zira el yazım berbattı, hala da berbattır. Annem hep yakınırdı "bi şeyinde düzgün olsun be!" diye. (:P) Ama gençtik, hovardaydık, o zaman değil el yazımızı, normal yazımısı bile düzeltemedik. Şimdi gören yüzünü buruşturup okuyor. Neyse, o zaman bir mürekkepli kalem istemişlerdi bu ders için. O sıralar doğum günümün olduğu sıralardı, babam bana hediye olarak, yıllardır sakladığı ve gerçekten mükemmel işlemeli bir mürekkepli kalem vermişti. Sırf kalemimi göstermek için, o derse girmek isteyebilirdim. Esasen öyle de oldu.
Şimdi içinizden soruyorsunuz, bu kız küçükken ne yaptığını bize niye anlatıyor, diye. Sabredin efendim, bağlayacağım. Bağlayamazsam gelin boğazıma yapışın.
Ne diyordum, ha mürekkepli kalem. Şimdi nerede mürekkepli kalem? Mürekkepli kalemi geçtim, normal kalem bile kullanmıyoruz. Şu yazıyı bile sevgili klavyemle yazıyorum. Aslında bende isterim bu blogu kalemle yazmak, ama teknoloji böyle emrediyor değil mi? 10 yıl sonra kalem basımları falan da durur heralde, bu sefer "Ben küçükken mürekkepli kalem vardı" değil, "ben küçükken kalem diye bir şey vardı.." diye iç çekeriz. Yazmaya eğilimi olanlar ise 'kalemle aram iyi' değil, 'klavyeyle aram iyi' demeye başlarlar. Kalem de hem Türkçe'den, hem de tarih sahnesinden silinir.
Ben de hafiften yazar ruhlu biri olarak düşünüyorum.. Kalemle özenerek yazmanın zevkini klavye bize verebilecek mi? Tamam benim yazım çirkin ama, sonuçta bu özenmediğim gerçeğini değiştirmez. Yazılarım için bir defter tutup, her canım sıkıldığında veya ilham kapımı çaldığında, bilgisayarı değil, o defteri açsam daha zevkli olmaz mı? Sorarım size sevgili futbol severler, nerede o eski kalemler ?